11 Aralık 2007 Salı

Canım acıdı herhalde bugün

Bugün canım acıdı herhalde. Genelde canım acıdığında daha çok yazarım çünkü. Baştan güzel bir haber vereyim. Buraya giren çıkanı takip ediyorum. Yani girip yorum yazmasanız bile iç çamaşırınızın rengine değin biliyorum... Bu yüzden girmişken kendinizi direkt olarak ele verin ki şu garip fazla uğraşmasın...

Dönelim canımın acımasına. Hadi size bir kıyak yapayım farklı bir şekilde anlatayım canımın acımasını...

---

Saat 9:32. Hiç düz saatlerde kurmazdı alarmı. Hep bir küsürat hep bir çıkıntılık. Hayatında doğru ve düz bir işi yoktu zaten. Bir işi olduğu bile söylenemezdi. Bugün ise farklıydı. Bir işi vardı, yapılması gereken görevleri. Yataktan zor bela yuvarlanmayı denedi. Bu debelenme esnasında boynu garip bir şekil aldığından "hırt" diye bir ses çıkarttı. İşte, yataktan çıkmamak için bir sebep daha. Hayır, hayır... Yapması gereken işler vardı uyanması ve hatta direkt hazırlanıp evden çıkması gerekiyordu.
Saat 09:37. Cep telefonunun alarmı tekrar ötmeye başlamıştı bile. Eliyle hemen "Snooze" tuşuna bastı. 5 Dakika boyunca rahattı artık. Boynunu ovaladı bir süre, dokunduğu yerler sızlıyordu. Sonra sebepsiz yere tavana bakmaya başladı. Yeni bir numara bulmuştu kendini haklı çıkartmaya yarayacak! Bir şey düşünüyormuş gibi yapıp tavana bakmak. Ne kadar dahiyane bir fikirdi...

Lanet saat! Suç telefondaymış gibi yataktan aşağıya kolunu sarkıtıp telefonu odanın öbür ucuna doğru ittirdi. Bunu yaparken cezalandırma dürtüsüyle hareket etmiş ve yüzünde bir gülümseme açmıştı. 4 dakika 25 saniye sonra yaptığı hatanın farkına varacaktı, o zamana değin el ensede tavanı izlemeye devam edebilirdi...

Lanet, lanet, lanet! Alarm yine ötüyordu ve telefon bu defa odanın öteki ucundaydı. Bir süre susar diye beklemişti ama kendisini iyi bildiğinden her zaman yatmadan evvel yaptığı gibi susmasız modda alarma aldığını hatırladı. Bu defa yerinden gerçekten kalkması gerekiyordu. Çünkü alarm tonu, uyanmak ve dışarı çıkmak zorunda olmaktan daha rahatsız ediciydi. Ayaklarını sürükleyerek odanın diğer köşesinde, kapıdan tarafta olan telefona ulaştı. Bu defa erteleme değin durdurma düğmesine bastı. Ne de olsa artık yataktan çıkmayı başarmıştı. Çok büyük bir isteksizlik veya Oblomovluk olmazsa yatağa geri girmezdi. Gerçi...


Telefon iğrenç bir tonlamayla çalışıyordu. Görevimiz tehlikenin midi formatındaki melodi gerçekten tehlikeli bir şeylerin habercisiydi zira aile bireylerinin aramalarına atanmış bir melodiydi...
Yüzü koyun yatmakta olduğu yatakta yan döndü ve gözleriyle telefonu aradı odanın içinde. Odanın diğer ucunda duruyordu telefon! Telefonu oradan almamış mıydı? Rüyasında kalktığını görüp, gerçekten kalktığını mı zannetmişti? Homurdanarak telefon susmadan telefona yetişmeye çalıştı. Arayan! Hay lanet! Saat 10:30! Saat başları, dakika başları, yarım başları! Ah şu lanet düz ve tam sayılar!

Telefonu meşgule verip hemen üzerini giyinmeye başladı. 10:32 de evin kapısını kilitliyordu. Telefonu tekrar çalmaya başladı. Bu defa açmak zorundaydı, fakat açtığı takdirde asansöre binmesi gecikecek ve konuşmanın uzunluğuna göre bayağı bir süre kaybedecekti... 2 saniyelik bir düşünme sonrasında çağrıyı cevaplamanın sağlığı açısından daha yararlı olduğuna kanaat getirdi.
Etrafta birileri olsa karşı tarafın sesini çok rahatlıkla duyar, ne kadar berbat, rahat, rahatsız ve dönek bir insan olduğunu öğrenirdi. Allahtan etraf sakindi. İşi olan işinde, işi olmayan uykusundaydı. O ise Araf'taydı...

Telefon görüşmesi sadece 3 dakika sürdü. Zaten tek taraflı bir görüşme olmuştu, arayan konuşmuş o ise dinlemişti. Konuşmuştu derken azarlamak mahiyetindeydi. Zira tonlama ve sözler hep bu yöndeydi. Asansörden indiğinde saat 10:36'ydı. Gerçekten bayağı geç kalmıştı, onca azarı yemekte haklıydı. Sabah kahvaltısının yerini pek tutmuyordu gerçi azarlar ama olsun hiç yoktan açlığı baskılıyordu...

Tramvay öğle saatleri olmasına rağmen kalabalıktı. Kalkma ihtimali en yüksek kişilere yaklaşıp diplerinde bitti. Kadın, birkaç durak ileride ineceği halde dibine dibine giren bu gençten rahatsız olmuş olsa gerek "buyrun oturun isterseniz" diyerek yerinden kalktı. Hiç istifini bozmadan bir güzel yerleşti boş yere. Kadının attığı bakışları görmemişti çünkü saate bakıyordu ve saat hiç de hoş şeyler söylemiyordu: 10:51.

Kalabalığın arasında yılan gibi kıvrılarak ilerliyordu, boy en tam yılan kıvamındaydı. İnsanlara verdiği rahatsızlık onu zerre rahatsız etmiyordu. Han'ın kapısına yaklaşmıştı. Saate bakmaya korkuyordu, saatin söyleyecekleri gerçekten çok acıydı...

Asansöre binip 4. katın düğmesine bastığında gözü saatine ister istemez kaydı: 11:07. Asansör daha durmadan kapıyı ittirdi ve koşar adımlarla büroya doğru yöneldi. Kocaman cepleri 10 saniyesine mal olmuştu çünkü kapının anahtarını bulamıyordu. Anahtarı bulmaya çalışırken içerideki telefon çalmaya başladı. Ne bitmez çile diye düşündü, sabahın bu saatinde çekilecek gibi değil... Anahtarı deliğe tutturup kapıyı ittirdiğinde telefon susmuştu. Önemsiz olsa gerek diye düşünüp içeriye doğru yöneldi, montunu bir köşeye fırlatıp koltuğa oturduğunda saat 11'i 11 geçiyordu. Saat bayağı ilerlemişti ve yorulmuştu artık ayaklarını uzatıp biraz dinlenebilirdi... Öyle de yaptı ayaklarını masanın üzerine uzattı...

Zaman şimdi geçmek bilmiyordu işte. Saatlerce öylece oturup etrafa bakındı, camdan manzarayı izledi, sigara tüttürdü. 4 saat boyunca hiç telefon çalmadı, gelen olmadı. Karnının acıktığını farketti, dışarıdan bir şeyler söylemeyi düşündü. Telefon rehberinden lokantaların kartvizitlerine göz attı. Canı hiçbir şeyi çekmeyince gidip almayı düşündü. Deri koltuktan kalkıp, deliler gibi esip gürleyen havaya çıkma fikri gözünü korkutsa da, alıp yiyeceği güzel yemekleri düşündü. Karnı açtı ve karnı öyle pek kolay acıkmazdı. Öyleyse hareket zamanı diyip koltuktan fırladı sırtında kabuğuyla kaplumbağa misali. Kapıyı kilitleyip asansöre doğru giderken bir telefonun çaldığını duydu. Aldırmayıp asansörün düğmelerine bastı. Büfeye ulaşıp siparişini verdiğinde saat 3:17'yi gösteriyordu. 93 saniyede hazırlamıştı usta dönerini. Çok sevdiği tavuğa kavuşmuştu, ayranda cabası çabalarının karşılığıydı. 4. kat düğmesine basarken kocaman bir ısırığın ceremesini çiğniyordu. Büronun kapısında şöyle bir durup etrafına baktı. Çok sakin bir handı burası. Duvarların boyaları dökülüyor, camların önündeki saksılardaki çiçekler ise soluyordu. Han ölüyor gibiydi...

Çiçek ve dökülen duvar manzaralı yemeğinin bitmesine çok az kalmıştı. Ayranından bir yudum aldı, yine içeride telefon çalıyordu. Bi elindekilere baktı bi kapalı kapıya. Büyük bir ısırık daha aldı ekmek arası tavuk dönerinden. Arkasından gürleyen çağlayanlar misali boğazından akacak olan ayranı dikti kafasına. Telefon susmuştu, demek ki önemsizdi. Ayranı bitmişti, e o zaman kutuyu elinde tutması için bir sebebi kalmamıştı. Öylece savurdu boş ayran kabını. Anahtarı bu defa montunun cebine koymuştu araması gerekmiyordu, elini montunun cebine attığında ise olayın gerçekte pek de öyle olmadığını anladı... O esnada telefon tekrar çalmaya
başlamıştı. Hem telefona hem de anahtarlara küfürler savurdu. Pantolonunun cepleri, montunun iç cepleri her yere baktı bakmasına ama anahtarlardan ne iz vardı ne ses seda. Geri dönüp baktığında saksıların önünde gördü anahtarı. Ağır adımlarla o yöne doğru yürümeye başladığında telefon yine susmuştu, amma önemsiz aramalar geliyordu bu büroya böyle?

Tekrar deri koltuğa yayıldı. Bir sigara yakıp bilgisayarın düğmesine bastı. İnternette dolaşıp, zaman öldürmeye çalıştı, zor şeydi zaman öldürmek. İstendiğinde zaman gerçekten geçmek bilmiyordu. Saat 16:52 de bugünki mesaisinin bittiğine karar verdi. Çıkmak üzere hazırlanmaya başladı. Telefonunu almak üzere elini montunun cebine attığında telefonunun orada olmadığını farketti. Telefonunu da saksının önüne mi koymuştu? Gerçi orada görmemişti ama...

Telefonun büronun bir köşesinde olma ihtimalini düşünerek bürodan cep telefonunu aradı çalıyordu ama açan yoktu, bir ses de duymuyordu. Aceleyle kapıyı kilitleyip etrafa bakındı. Yoktu telefonu. Tavuk döneri aldığı büfeye gitti, etraftaki esnaflara sordu ama telefondan hiç iz yoktu. Hemen bir kulübeye gidip telefonu tekrar aradı. Çalıyor çalıyor açan olmuyordu.

Polise gidip telefonunun çalındığına dair ifade vermeyi düşündü sonra bir sürü uğraşı olacağını düşünüp giden gitmiştir kalan sağlar bizimdir diye düşündü. Gerçi elinde bir şey kalmamıştı ama olsun cana geleceğine mala gelsindi...

Tramvaya bindiğinde saat 18'e dayanmak üzereydi. Yine kalabalıktı tramvay, artık hangi saat olursa olsun kalabalıktı tramvay. Apartmanın kapısından yüzünü ve vücudunun her yerini yalamış olan rüzgarı geride bırakarak içeri adımını attı. Asansörün düğmesine basarken saatine gitti gözü. Saat 18:23'tü. Kapıyı açmak için kısa süreli bir olağan anahtar arama sekansını yaşadı. Anahtarı deliğine soktuğunda Görevimiz Tehlikenin tehlike çanlarını duydu. Sevinmekle, korkmak arasında bir gel git yaşadı...

Devamı daha sonra...

Hiç yorum yok: