21 Aralık 2007 Cuma

Yine, yeniden yanlış anlaşılmak

Sebebi nedir hiçbir fikrim yok? Konuşmadan evvel defalarca düşünen bir insanım fakat her ne hikmetse bir şekilde yanlış anlaşılabiliyorum. Amacımın tamamen uzağında bir algılanma hasıl olunca ister istemez moralim bozuluyor.

Son birkaç haftama şöyle bir bakış attığımda, en az bir elin parmakları kadar yanlış anlaşıldığım nokta buldum. Noktalar da öyle ufak şeyler değil. E, sonuçta bu noktalar birleşip bir doğru oluşturuyor ve değerlendirilen "ben" farklı bir şey oluyor. Bu ben değilim ki diye bağırmak istiyorum, peki ya bu gerçekten bensem?

Örneğin dün... Bir yazıyla ilgili olarak yön göstermeye, bir şekilde o yazının hazır olmasına çabalıyordum. Söylediklerim tamamen bu yönde olmalıydı, hatta öyleydi de şimdi tekrar söyleyecek olsam herhalde yine aynı şekilde dile getirirdim söyleyeceklerimi. Peki ya sonuç? Sonuç hiç de öyle değildi. Benim anlatmak istediğimin tam tersi istikamette heves vermesi gerekirken heves kırıcı bir şey algılanmıştı. Hata bende miydi? Eksik cümleler mi kurmuştum? Yoksa yanlış kelimeler mi ihtiva ediyordu cümlelerim? Düşünüyorum, düşünüyorum... Hayır! Kendimce doğru dile getirmiştim...

Peki, o zaman niye öyle algılanmamıştı? Tamamen zıt bir şekilde algılanması tamamen algılayıcının suçu muydu? Ruh halinde bir sorun mu vardı? O an söylediklerimi aslında oldukları gibi değil de, duymak algılamak istediği gibi mi algılamıştı? Pek zannetmiyorum.

Şimdi tekrar anlatmak istesem aynı şekilde anlatırım diyorum, peki tüm kelimeleri eksiksiz hatırlıyor muyum ki? Bir kelimeyi, bir "şeyi" fazla veya eksik söylesem tüm anlatmak istediğim değişir miydi? Belki.

Öyle anlamaması gerekirdi diyorum, peki tekrar anlattığımda kullandığım ton değişip daha ilgi çekici olsa ve bir kelimeyi bile kaçırmasa yine aynı şeyi mi anlardı karşımdaki kişi? Öncesinde bir güzel söz söyleyip, arkasından eleştirileri getirsem daha çok mu heveslendirirdim?

Üzerinde bayağı düşündükten sonra kararım şu oldu. Bazen her nasıl algılanmak istersek isteyelim öyle algılanmıyoruz. Ne algılayıcıda, ne de anlatıcı olarak biz de suç olmasına gerek yok. Bazen sırf öyle olduğu için öyle oluyor. Bir sebep olmasına gerek yok.

Belki de bu yüzden dünya bu şekildedir. İnsan olmanın güzel ve ayrıcalıklı bir şey olmasının sebebi de budur belki...

Yazdığım şeye göndermeden önce şöyle bir tekrar baktımda, e ben yine yanlış anlaşılıyorum gibi?

16 Aralık 2007 Pazar

Yaşamak için yazmak veyahut yazmak için yaşamak

Bugünlerde Gabriel Garcia Marquez'in "Anlatmak İçin Yaşamak - Vivir Para Contarla" isimli kitabını okuyorum. Bu kitaptan bağımsız olarak bugün aklıma bir şeyler takıldı. Ben genelde çok uzun cümleler kurarak, uzun şeyler anlatırım. Sadece yazerken değil konuşurken de konuyu uzatır, sündürür olur olmadık şeyleri eklerim. Bunu yapmamdaki en büyük etken karşı tarafın o konuya ilişkin şeyleri bilip bilmediği noktasıdır. Sonuçta bir şeyi anlatırken arada durup, şunu biliyor muydun bak bilmiyorsan anlatacağım yok biliyorsan devam edeceğim anlatacağıma denilemeyeceğine göre -ki böyle yapmak anlatılan şeyi tamamen dağıtmak manasına gelir- karşı tarafın bilmediğine kanaat getirdiğim şeyleri de katarak olayı anlatırım.

Olay her ne olursa olsun, karşı tarafın dinleyebileceğini düşünüyorsam en ince ayrıntısına kadar anlatmayı yeğlerim. Sonuçta önemsiz olan şeyleri anlatmamak için elimden geleni yaparım. Bana ne önemli geliyorsa onu anlatmak için çabalarım. Fakat her nedense çoğu kişi bunu bu şekilde görmüyor. Laf kalabalığıyla konunun dağılması neticesinde konstrasyonlarını dağıttığımı, bu sebepten ötürü de beni tam manasıyla dinleyemediklerini öğreniyorum.

Başlıkla ne alakası var kardeşim bunun diyeceksiniz. Haklısınız, direkt olarak alakası yok. Ben neden bahsediyorum? Hala anlamadınız sanırım...

İşi yazmak olan, hayatını bu yolla kazananlar için yaşamak için yazmak gayet olağandır. Benim gibi yazmak için yaşayanlar ise durum biraz daha farklı. Yazabilmek, yazabilmeyi sağlamak için de anlatmak ve dinlemek, bu esnada da yaşamak. İşte bunu yapması gerçekten çok zor.
Bazen yazmak zorken, bazen anlatmak ve/veya dinlemek, hiç olmadı yaşamak zor oluyor.

Bugün bir kez daha anladım ki yaşamak gerçekten güç bir uğraşı. Hele ki önem verdiğiniz şey yazmak ise gerçekten çok zor. Bir yandan yürütülmesi gereken şeyler varken, yazmaya çalıştığınızda bir şeyleri eksit tutmak zorunda kalıyorsunuz. Sonuçta da bir ayrım noktasına varış gerçekleşiyor. Yaşamak için yazmak mı, yazmak için yaşamak mı?

Ben henüz bunun kararını veremedim. Yaşamak bu kadar zor olmasa yazmak için yaşamayı tercih ederdim...

11 Aralık 2007 Salı

Canım acıdı herhalde bugün

Bugün canım acıdı herhalde. Genelde canım acıdığında daha çok yazarım çünkü. Baştan güzel bir haber vereyim. Buraya giren çıkanı takip ediyorum. Yani girip yorum yazmasanız bile iç çamaşırınızın rengine değin biliyorum... Bu yüzden girmişken kendinizi direkt olarak ele verin ki şu garip fazla uğraşmasın...

Dönelim canımın acımasına. Hadi size bir kıyak yapayım farklı bir şekilde anlatayım canımın acımasını...

---

Saat 9:32. Hiç düz saatlerde kurmazdı alarmı. Hep bir küsürat hep bir çıkıntılık. Hayatında doğru ve düz bir işi yoktu zaten. Bir işi olduğu bile söylenemezdi. Bugün ise farklıydı. Bir işi vardı, yapılması gereken görevleri. Yataktan zor bela yuvarlanmayı denedi. Bu debelenme esnasında boynu garip bir şekil aldığından "hırt" diye bir ses çıkarttı. İşte, yataktan çıkmamak için bir sebep daha. Hayır, hayır... Yapması gereken işler vardı uyanması ve hatta direkt hazırlanıp evden çıkması gerekiyordu.
Saat 09:37. Cep telefonunun alarmı tekrar ötmeye başlamıştı bile. Eliyle hemen "Snooze" tuşuna bastı. 5 Dakika boyunca rahattı artık. Boynunu ovaladı bir süre, dokunduğu yerler sızlıyordu. Sonra sebepsiz yere tavana bakmaya başladı. Yeni bir numara bulmuştu kendini haklı çıkartmaya yarayacak! Bir şey düşünüyormuş gibi yapıp tavana bakmak. Ne kadar dahiyane bir fikirdi...

Lanet saat! Suç telefondaymış gibi yataktan aşağıya kolunu sarkıtıp telefonu odanın öbür ucuna doğru ittirdi. Bunu yaparken cezalandırma dürtüsüyle hareket etmiş ve yüzünde bir gülümseme açmıştı. 4 dakika 25 saniye sonra yaptığı hatanın farkına varacaktı, o zamana değin el ensede tavanı izlemeye devam edebilirdi...

Lanet, lanet, lanet! Alarm yine ötüyordu ve telefon bu defa odanın öteki ucundaydı. Bir süre susar diye beklemişti ama kendisini iyi bildiğinden her zaman yatmadan evvel yaptığı gibi susmasız modda alarma aldığını hatırladı. Bu defa yerinden gerçekten kalkması gerekiyordu. Çünkü alarm tonu, uyanmak ve dışarı çıkmak zorunda olmaktan daha rahatsız ediciydi. Ayaklarını sürükleyerek odanın diğer köşesinde, kapıdan tarafta olan telefona ulaştı. Bu defa erteleme değin durdurma düğmesine bastı. Ne de olsa artık yataktan çıkmayı başarmıştı. Çok büyük bir isteksizlik veya Oblomovluk olmazsa yatağa geri girmezdi. Gerçi...


Telefon iğrenç bir tonlamayla çalışıyordu. Görevimiz tehlikenin midi formatındaki melodi gerçekten tehlikeli bir şeylerin habercisiydi zira aile bireylerinin aramalarına atanmış bir melodiydi...
Yüzü koyun yatmakta olduğu yatakta yan döndü ve gözleriyle telefonu aradı odanın içinde. Odanın diğer ucunda duruyordu telefon! Telefonu oradan almamış mıydı? Rüyasında kalktığını görüp, gerçekten kalktığını mı zannetmişti? Homurdanarak telefon susmadan telefona yetişmeye çalıştı. Arayan! Hay lanet! Saat 10:30! Saat başları, dakika başları, yarım başları! Ah şu lanet düz ve tam sayılar!

Telefonu meşgule verip hemen üzerini giyinmeye başladı. 10:32 de evin kapısını kilitliyordu. Telefonu tekrar çalmaya başladı. Bu defa açmak zorundaydı, fakat açtığı takdirde asansöre binmesi gecikecek ve konuşmanın uzunluğuna göre bayağı bir süre kaybedecekti... 2 saniyelik bir düşünme sonrasında çağrıyı cevaplamanın sağlığı açısından daha yararlı olduğuna kanaat getirdi.
Etrafta birileri olsa karşı tarafın sesini çok rahatlıkla duyar, ne kadar berbat, rahat, rahatsız ve dönek bir insan olduğunu öğrenirdi. Allahtan etraf sakindi. İşi olan işinde, işi olmayan uykusundaydı. O ise Araf'taydı...

Telefon görüşmesi sadece 3 dakika sürdü. Zaten tek taraflı bir görüşme olmuştu, arayan konuşmuş o ise dinlemişti. Konuşmuştu derken azarlamak mahiyetindeydi. Zira tonlama ve sözler hep bu yöndeydi. Asansörden indiğinde saat 10:36'ydı. Gerçekten bayağı geç kalmıştı, onca azarı yemekte haklıydı. Sabah kahvaltısının yerini pek tutmuyordu gerçi azarlar ama olsun hiç yoktan açlığı baskılıyordu...

Tramvay öğle saatleri olmasına rağmen kalabalıktı. Kalkma ihtimali en yüksek kişilere yaklaşıp diplerinde bitti. Kadın, birkaç durak ileride ineceği halde dibine dibine giren bu gençten rahatsız olmuş olsa gerek "buyrun oturun isterseniz" diyerek yerinden kalktı. Hiç istifini bozmadan bir güzel yerleşti boş yere. Kadının attığı bakışları görmemişti çünkü saate bakıyordu ve saat hiç de hoş şeyler söylemiyordu: 10:51.

Kalabalığın arasında yılan gibi kıvrılarak ilerliyordu, boy en tam yılan kıvamındaydı. İnsanlara verdiği rahatsızlık onu zerre rahatsız etmiyordu. Han'ın kapısına yaklaşmıştı. Saate bakmaya korkuyordu, saatin söyleyecekleri gerçekten çok acıydı...

Asansöre binip 4. katın düğmesine bastığında gözü saatine ister istemez kaydı: 11:07. Asansör daha durmadan kapıyı ittirdi ve koşar adımlarla büroya doğru yöneldi. Kocaman cepleri 10 saniyesine mal olmuştu çünkü kapının anahtarını bulamıyordu. Anahtarı bulmaya çalışırken içerideki telefon çalmaya başladı. Ne bitmez çile diye düşündü, sabahın bu saatinde çekilecek gibi değil... Anahtarı deliğe tutturup kapıyı ittirdiğinde telefon susmuştu. Önemsiz olsa gerek diye düşünüp içeriye doğru yöneldi, montunu bir köşeye fırlatıp koltuğa oturduğunda saat 11'i 11 geçiyordu. Saat bayağı ilerlemişti ve yorulmuştu artık ayaklarını uzatıp biraz dinlenebilirdi... Öyle de yaptı ayaklarını masanın üzerine uzattı...

Zaman şimdi geçmek bilmiyordu işte. Saatlerce öylece oturup etrafa bakındı, camdan manzarayı izledi, sigara tüttürdü. 4 saat boyunca hiç telefon çalmadı, gelen olmadı. Karnının acıktığını farketti, dışarıdan bir şeyler söylemeyi düşündü. Telefon rehberinden lokantaların kartvizitlerine göz attı. Canı hiçbir şeyi çekmeyince gidip almayı düşündü. Deri koltuktan kalkıp, deliler gibi esip gürleyen havaya çıkma fikri gözünü korkutsa da, alıp yiyeceği güzel yemekleri düşündü. Karnı açtı ve karnı öyle pek kolay acıkmazdı. Öyleyse hareket zamanı diyip koltuktan fırladı sırtında kabuğuyla kaplumbağa misali. Kapıyı kilitleyip asansöre doğru giderken bir telefonun çaldığını duydu. Aldırmayıp asansörün düğmelerine bastı. Büfeye ulaşıp siparişini verdiğinde saat 3:17'yi gösteriyordu. 93 saniyede hazırlamıştı usta dönerini. Çok sevdiği tavuğa kavuşmuştu, ayranda cabası çabalarının karşılığıydı. 4. kat düğmesine basarken kocaman bir ısırığın ceremesini çiğniyordu. Büronun kapısında şöyle bir durup etrafına baktı. Çok sakin bir handı burası. Duvarların boyaları dökülüyor, camların önündeki saksılardaki çiçekler ise soluyordu. Han ölüyor gibiydi...

Çiçek ve dökülen duvar manzaralı yemeğinin bitmesine çok az kalmıştı. Ayranından bir yudum aldı, yine içeride telefon çalıyordu. Bi elindekilere baktı bi kapalı kapıya. Büyük bir ısırık daha aldı ekmek arası tavuk dönerinden. Arkasından gürleyen çağlayanlar misali boğazından akacak olan ayranı dikti kafasına. Telefon susmuştu, demek ki önemsizdi. Ayranı bitmişti, e o zaman kutuyu elinde tutması için bir sebebi kalmamıştı. Öylece savurdu boş ayran kabını. Anahtarı bu defa montunun cebine koymuştu araması gerekmiyordu, elini montunun cebine attığında ise olayın gerçekte pek de öyle olmadığını anladı... O esnada telefon tekrar çalmaya
başlamıştı. Hem telefona hem de anahtarlara küfürler savurdu. Pantolonunun cepleri, montunun iç cepleri her yere baktı bakmasına ama anahtarlardan ne iz vardı ne ses seda. Geri dönüp baktığında saksıların önünde gördü anahtarı. Ağır adımlarla o yöne doğru yürümeye başladığında telefon yine susmuştu, amma önemsiz aramalar geliyordu bu büroya böyle?

Tekrar deri koltuğa yayıldı. Bir sigara yakıp bilgisayarın düğmesine bastı. İnternette dolaşıp, zaman öldürmeye çalıştı, zor şeydi zaman öldürmek. İstendiğinde zaman gerçekten geçmek bilmiyordu. Saat 16:52 de bugünki mesaisinin bittiğine karar verdi. Çıkmak üzere hazırlanmaya başladı. Telefonunu almak üzere elini montunun cebine attığında telefonunun orada olmadığını farketti. Telefonunu da saksının önüne mi koymuştu? Gerçi orada görmemişti ama...

Telefonun büronun bir köşesinde olma ihtimalini düşünerek bürodan cep telefonunu aradı çalıyordu ama açan yoktu, bir ses de duymuyordu. Aceleyle kapıyı kilitleyip etrafa bakındı. Yoktu telefonu. Tavuk döneri aldığı büfeye gitti, etraftaki esnaflara sordu ama telefondan hiç iz yoktu. Hemen bir kulübeye gidip telefonu tekrar aradı. Çalıyor çalıyor açan olmuyordu.

Polise gidip telefonunun çalındığına dair ifade vermeyi düşündü sonra bir sürü uğraşı olacağını düşünüp giden gitmiştir kalan sağlar bizimdir diye düşündü. Gerçi elinde bir şey kalmamıştı ama olsun cana geleceğine mala gelsindi...

Tramvaya bindiğinde saat 18'e dayanmak üzereydi. Yine kalabalıktı tramvay, artık hangi saat olursa olsun kalabalıktı tramvay. Apartmanın kapısından yüzünü ve vücudunun her yerini yalamış olan rüzgarı geride bırakarak içeri adımını attı. Asansörün düğmesine basarken saatine gitti gözü. Saat 18:23'tü. Kapıyı açmak için kısa süreli bir olağan anahtar arama sekansını yaşadı. Anahtarı deliğine soktuğunda Görevimiz Tehlikenin tehlike çanlarını duydu. Sevinmekle, korkmak arasında bir gel git yaşadı...

Devamı daha sonra...

Canım yanlış anlaşılmak istedi

Bugün adsl bağlantım o kadar yavaştı ki en son yatmadan önce canım çektiğinden bir şeyler yazma isteğiyle buraya girerken kapıdan dönüyordum neredeyse. Canım istemez hale gelecek diye korktum. Sonra dedim ki can bu, ister istemez, istemişken yazayım.

Her neyse bugün dikkatimi çekti de ben feci şekilde iletişimsiz bir insanım. Öyle böyle değil, bugün ekşi sözlükte birisine mesaj atacak oldum, sonra dedim ne yapıyorum ben? Niye böyle dediğimi bilmiyorum açıkçası. Sonradan düşününce acaip saçma geldi, niye böyle düşünmüş olabileceğimi anlayamadım. Gayet yerinde ve atılması gereken bir mesajdı ama atmadım sonuç itibariyle...
İnsan garip bir varlık. Bazen--- Ne bazeni çoğunlukla kendisini kendisi bile anlamıyor. Sonra bir de etraftan anlaşılmayı bekliyor. Ne ikiyüzlülüktür bu!

En çok korktuğum şeylerden birisi yanlış anlaşılmaktır. Bazen yanlış anlaşılmayayım diye etraftaki bazı kişilerle konuşmam. Söyleceklerimin yanlış anlaşılmasındansa hiç anlaşılmamayı yeğ tutarım anlayacağınız. Bu gibi durumlar dışında genelde çok fazla konuşurum, aynı çok fazla yazdığım gibi. Çenem kapanmaz, kapanmadığı gibi bazen? laf salatası yaparım. Anlatmak istediğim şeye ulaşana değin karşı tarafa gerekli bilgi yüklemelerini yapma gibi bir zorunluluk içinde hissederim kendimi. İşte bunun da sebebi yanlış anlaşılmamaya çalışmak. Ahh şu yanlış anlamalar yok mu?!

Bir hikaye yazayım dedim, bayağıdır aklımda dolanıp duruyordu. Yazmadan evvel şöyle bir düşündüm, bunu bir yere koyarsam kesin yanlış anlaşılırım sonucuna vardım. Birkaç kişiye, abiyene tabirle bir bilene, sorayım ondan sonra nihai kararımı vereyim dedim. Gittim sordum, böyle böyle bir şey yazmayı düşünüyorum ama ne düşünürsün diye. Geri dönüşler pek hoş olmadı açıkçası. Beni tanıdıkları, iyi tanıdıkları, halde onlar bile yanlış anladı. Anlatmak istediğim asıl şeye bu yolla ulaşamayacağımı kavramış oldum. Velhasıl 1,5 senedir kafamda tasarladığım hikaye bir 1,5 sene daha beklemek üzere derin dehlizlere doğru itildi. Gerçi çok fazla derine itmemiş olacağım ki aradan geçen günler haftalara varmadan tekrar şekillendirmeye başladım hikayeyi. Sonucunda bir şeylere vardığımı düşündüm... Bakalım bu defa da yanlış anlaşılmalara mahal verebilecek bir şey mi oldu yoksa gerçekten anlatmak istediğimi gayet güzel anlatabileceğim bir şey mi? Etrafımdaki insanlara, bir bilenlere, sorduktan sonra çok daha netleşecek bu...

Burayı açarken ki amacım kafama göre yazmaktı. Şu an kimse okumuyor bunları, ileride de belki kimse okumayacak. İşte bu rahatlıkla yazıyorum. Canım isterse hikaye, canım istemezse düz yazı. Çalakalem bir şeyler yazmaya devam edeceğim burada. Bu rahatlığı sevmeye başladım çünkü...

9 Aralık 2007 Pazar

Nedensiz hüzünler

Hüzünlenmek için her daim bir nedene gerek yok. Öylece kapalı bir havada tepene düşen yağmuru görebilmek için kafanı gökyüzüne kaldırdığında o karalığın içinde gördüğün bembeyaz martılar hüzne hamili yakınimdir diyebilir. Velhasıl bugün böyle oldu. Uzun bir dolmuş sırasının en sonunda, kulağımda kulaklıklar öylece beklerken bir damla düştü burnuma. Benim burnum zaten koku harici her şeyi çeker, bela da dahil. Kafamı gökyüzüne kaldırdığımda boyaları dökülmüş ahşap evlerin arasından karanlık gökyüzünü gördüm. O karanlığın içinde 2 tane martı vardı, beyaz gelinler gibi. Martıların aslen pek mutluluk verici bir yanları yok, martıların sevgiyle de alakası yok ama olsun... İstanbulla özdeşleşmişler bir kere.

Kulağımda yankılanıyor müzik;

gel diyor, geç olmadan gel, geçiyor yıllar
böyle başladı, dönülmez bu müthiş firar

Ah bir firar edebilsem şu hayattan, ama nafile yakarışlar bunlar. Pencerelerden atladım olmadı, şeker yedim olmadı. Ne yaparsam yapayım şu hayattan malulen emekli olamıyorum. İlla ki yaş haddinden emekli olacağım anlaşıldı...

1 Aralık 2007 Cumartesi

Sorgu / Sevmek sevgiliyi sevgiden midir?

Yeşil göz:

Kadınlar önlerinde dizlerinin üzerine çökmüş bir adama hayır diyemez. Kadınların en zayıf yerlerinden birisidir bu. Severler. Zaten sevgiden dolayı olmuyor mu çoğu şey?

Mavi göz:

Evlilik denilen şey, uzak diyarlara yolculuğa çıkmaya planlayan insanın ayaklarına prangalar takmak demektir. Uzak diyarlara gidip elfleri görmeden bu müesseseye adım atmak için niye aceleci olunsun?

Yeşil göz:

Eskisini hatırlamaz insan, hafızası çabuk silinir. Hele ki güzel günler gelirse o zaman hafızası yumuşar bir şekilde unutmaktan da mutlu olur. Eskiden nasıl olduğunu, hangi pencerelerden döndüğünü bilmez. Geceler boyu ettiği duaları, canlarına yaptığı haykırışları çoktan unutmuştur. O an ve o anın mutluluğu gözlerini kamaştırır bir şekilde ruhu Nirvana'ya vardığından geçmişi unutmuştur...

Mavi göz:

Sevilmeyi istemenin neresi kötü? Kim diyebilir ki bu sevgi, sevgili bu... Bundan ötesi yok diye? Koca bir yalandan öte nedir bu?! Pür, katıksız bir sevgiden söz edilebilir mi? Sevginin bir tane tanımı olduğunu söylemek duyguları görmezden gelmekten öteye geçmek değil midir?

Yeşil göz:

Erkek yetinmeyi bilmez. Elindekine şükretmez. Sevgiyi gördüğünde sevginin üzerine basar, tırmanır tepeye etrafın kolayca görebileceği bir noktaya çıkmış olur. Üstüne aramıyorum der, mutluyum der, seviliyorum der. Aramak kelimesinin manasını bilmez zaten o! Söyledikleri ciddiye bindiğinde geyikti demekten geri durmaz, geyiklerin boynuzları ne kadar büyükse o kadar güzel ve kolay eşler bulabildiklerini bilmeden.

Mavi göz:

Onu çok seviyorum, o beni çok seviyor biliyorum ama ona göre ben onu yeterince sevmiyorum. İşte bu noktada başlıyor uzak diyarlara bir yolculuk. Arkanda muhtacı, sevgi açını bırakıp gitmek gerek uzak diyarlara ulaşabilmek için. Peki öyle olunca çok seviyor mu oluyorum?

Yeşil göz:

Doymak bilmez canavarlardır erkekler. Bir şekilde daha güzel bir deliğe ve deliğin etrafındaki ete bakarlar. Burunları leşlerden çıkmaz, onur kelimesi mi dedi birisi?

Mavi göz:

Sırf birisi seni çok seviyor diye onu sevemezsin. Onu seviyorum, yalnız o beni çok seviyor diye değil. Hem seviyor olsan bile sevginin çoğalması mümkün müdür? Karşılık beklenirse ona sevgi denilir mi?

Yeşil göz:

Anlamamakta direnir erkekler, kadınların sevdiklerini bulduklarında başka şey aramadıklarını anlamazlar. Sevginin daha çoğunu ararlar sadece.

Mavi göz:

Sevgiye doyulur mu? Kadınlar da doyabilir mi? Bir kadın asla bir erkekte egosunu doyuramaz, daha çok sevilmek ister.

Yeşil göz:

Erkekler asla bir kadınla doymak bilmez beğenilmek ister. Arzuyla hareket edip, meleklerin bile onları arzulamalarını beklerler. Fiziğe karşı fiziksel bir dürtüyle hareket ederler.

Kahverengi göz:

Kadın erkeği sevemeyecek, erkek kadını sevmeyecek. Travesti kadını severse, lezbiyen erkeği sevebilecek mi? Herkesin mutlu olduğu bir an varken hala neden başka an?