28 Ekim 2010 Perşembe

Başlangıç

Oturup durmaktan yoruldu. Yapabileceği çok daha iyi şeyler olmasını istiyordu ama yoktu. Hepsi onun suçuydu, şimdi burada yanında olmalı, onu okşamalı... Hayır, o orada değildi.
Sigara paketinden bir sigara çekip ayağa kalktı. Çantasını aldı ama mantosunu oturmakta olduğu masada bıraktı. Kapıya en yakın masayı sırf arada sigara içebilmek için tercih etmişti. Ağır adımlarla garsonların ve kapının girişindeki mutfağın yanından açık havaya çıktı. Tıktıktık sesleri ona depresyonu çağrıştırıyordu. Yağmur olanca kuvvetiyle yağmaya devam ediyordu. Bu kafeye gelmesinden evvel de yağmur yağıyordu, anlaşılan o buradan çıkınca da yağmaya devam edecekti. Mevsimin bu zamanlarında bulunduğu şehirden daha da çok nefret ediyordu. Onun yanında olabilirdi şu an, onun şehri güzeldi. Sigarasından derin bir nefes çekip, gri bulutlara doğru üfledi. Dertleri veya tasalarını dumana yüklemek isterdi, keşke yapabilseydi.
Bir önceki gece karşısında oturmakta olan Filiz'e bunları anlatmaya çalışmıştı. Onun o kocaman, bıkkın bakan yeşil gözlerinin içine bakarak derin mesajlar göndermeye çalışmıştı. Doğal olarak hiçbir şey olmamıştı. Telepatik bir an yaşamış olmayı istiyordu çünkü ağzından kelimelerinin çıkacak mecali yoktu. Beyninin içinde dönüp duran, debelenen kelimeleri def etmeyi her şeyden çok istiyordu. Olmuyordu, bu kadar basit.
Filiz yarım saat boyunca bir şey demeden karşısında oturmuştu. Bir süre daha oturduktan sonra ilgisini yitireceğini belli eden hareketler içindeydi. Yaşamakta olduğu hayatta en iyi arkadaşı Filiz olmasına rağmen onun bile en fazla yarım saatlik ilgisine mahzar olabiliyordu.
Filiz ve dün gece aklından ne ara çıktı, ne ara kafenin kapısındaki masanın üzerindeki yazılara dalıp gitti bilemiyordu. Sigarasının külü uzamış, düşmüş ve tamamen sönmüştü. Ayakları ağrıyordu. Üstüne tükenmez kalemle iki isim ve bir şekil çizilmiş şeklin üstüne düşen külün altında iki isim rahatlıkla seçilebiliyordu. Ahmet ve Şermin. Külün düştüğü yerin altında bir şekil var gibiydi. Küle üflemeyi istemiyordu. Ahmet ve Şermin saatli bombayı gösterir kırmızı ve mavi kablolar gibiydi. Onların aralarındaki köprünün patlamaya yol açacağına hiç şüphesi yoktu.
Her şeye rağmen bir nefesle külü şekilden uzaklaştırdı. Yamuk bir kalp ortaya çıkmıştı. Ahmet veya Şermin veya ikisi birden isimlerini ve ortasına bu kalbi çizdikten sonra kaç farklı kişiye ait eller bu masanın üzerinde birleşmişti?
Elindeki bitik sigarayı sanki yanıyormuşçasına tablaya bastı, biraz döndürdü ve en sonunda söndüğüne kanaat getirmiş olacak ki serbest düşüşe bıraktı. Yağmur damlalarının plastik brandaya vurarak çıkardığı tıktıktık seslerinden uzaklaşarak kafenin içine girdi. İnsan hengamesinin, aşk sözcüklerinin ve dedikodularının sesleri yağmuru bastırıyordu.
Ayaklarını sürüyerek masaya yaklaştı. Bir an durup masayı süzdü. Kırmızı mantosu bıraktığı yerdeydi. Aynı kullanılmış kağıt mendillerin ve yarım kalmış çay bardağının masanın üzerinde oluşu gibi mantosu da hareket etmemişti. Cisimler kendi başlarına hareket etmemeliydi zaten.

Sert ve rahatsız olduğunu saatlerdir tecrübe etmiş olmasına rağmen sandalyeye çöker gibi oturdu. Oturduğu anda oturup durmaktan yorulduğunu anımsadı. Omzundan indirmediği çantasını açtı. Çok aramasına gerek kalmaksızın bulduğu sigara paketinden bir dal sigara çıkardı.
O yoktu burada. Hakkında konuşamadığı, kimseye -Filiz'e bile- anlatmadığı onsuzluk, okşanmazlık, sevgisizlik ise tam buradaydı işte. Çantasını kapatıp, ayağa kalktı. Garsonların bıkkınlarının ve insanların mutluluklarının arasından yavaşça süzülerek kafenin dışına doğru yol altı. İşte bu yüzden kapıya en yakın, boş masaya oturmuştu bundan saatler evvel.
Yağmur tıktıktık dansını yaptırmaya devam ediyordu. Sigarasını yaktı. Filiz'i, dünü, Ahmet'i, Şermin'i veya masadaki yamuk kalbi düşünmedi. Sadece onu düşündü ve tek kelime çıktı ağzından:

"Piç kurusu!"

12 Ocak 2010 Salı

Yaptığım hatanın, koyunlara etkileri ve özür

Kendime kızmakla bazen hata mı ediyorum diye düşünmeden edemiyorum. Koyun misali birisini takip edip duran salakları gördükçe boşuna kızıyorsun kendine oğlum, boşver diyorum. Sonuçta yaptığın hataları fark eden bile çıkmıyor.
Bilgiyi öyle koşulsuz kabul ediyor ki insanlar şaşmamak elde değil. Birisi biraz duygu yoğunluğuyla bir şeyi dile getirdi mi hiçbir uğraşı göstermeden onu doğru kabul ediyoruz. Bilmiyorum farkında mısınız ama yaşadığımız çağ dezenformasyon çağı. Hiçbir bilgiye asla tam olarak güvenmeyin! Misal bu bilgiye de güvenmemeniz gerekiyor. Buna da, buna--

Niye böyle saydırdığıma geleyim bari. Bir aklıevvel geçtiğimiz haftalarda ekşi sözlük üzerinde bir başlık açmıştı. Konu trafik kazasında ölen bir ekşi sözlük yazarının "orospu" olup olmadığıydı. Başlığı ilk gördüğümde beynimdeki nöronlar çarpışarak karşıma bir görüntüyü, harfler dizilimini getirdi. Sonuçta öldüğünü bildiğim bir ekşi sözlük yazarının rumuzu gözlerimin önünde beliriverdi. Ölümü, oldukça yakın zamanda gerçekleştiği için ve üstelik oldukça dikkat çekici olduğu için bir şekilde aklımda yer etmiş.
Sonucunda ölen birisinin arkasından bu şekilde saydırmanın doğru olmadığını düşünerek duygu patlaması eşliğinde oldukça ağır bir yazı yazdım. O ana kadar kimsenin umurunda olmayan konu -ki beş ila on dakika kadar ara vardı sanırım benim o entry'i girmem arasında-ilgi çekici oluvermişti.

Şimdi burada bir es verip olayı geriye sarıp beynimden geçenlere birkaç ek yapayım. Sonucunda bu yazının yazılış sebebini anlayın!

Olan bitende duyrulmamış olsa bile ölen şahsın bir trafik kazasında feci şekilde can vermesi ve isminin nispeten farklı olması hasebiyle konu zihnimde yer etmiş. Çerkesce olduğunu sonradan öğrendiğim ismi ile hakkında girilen entrylerin bazıları neticesinde şahsın cinsiyetini kadın olarak resmetmiştim. Buraya kadar bir sorun yok gibi görünüyor ama aslında sorun da tam olarak burada. Ölen şahıs bir kadın değil, bir erkek.
Başlığın içerdiği anlam net olmasa bile şimdilerde orada olmayan, uçurulan şahsın entry'sinde tek bir cinsiyete gönderme vardı: kadınlara.
Hadi bu neyse, sonrasında gelen onlarca mesajın bazılarında kişinin kim olduğu sorulmuştu. Hepsine şahsın ismini ve rumuzunu söylemiştim. Buna rağmen içlerinden birisi de çıkıp "iyi de bahsi geçen kişi erkek" demedi. Akşam "ssg" gelip bir mesaj atana değin de kimse bu konuda bir şeyler söylemedi. Herkes tek bir ağızdan malum yazarın uçurulması gerektiğini bağıra çağıra dile getiriyordu yalnızca. Ellerinde meşaleler olan köylüler yaratmış gibi hissediyorum. Linç kültürü böyle bir şeydir işte. Neye, niye karşı çıktığınızı bilmeden, koyun misali köyün "insanları" olarak birilerini kurban etmeye çalışılır.

Şimdi olaya dönüp baktığımda kocaman bir ironi görüyorum. Yaptığım hatanın, dolduruşun mesnetsiz olduğunu ve benzemekten ölesiye imtina ettiğim insanlara benzediğimi; nihayetinde kendime ders verme amaçlı uzaklaşmam gerektiğini şurada yazmıştım. Sonuçta kimsenin arkasından var olsun ya da olmasın bu türden sözler edilmemeli kabul ama bu farklı bir şey, gerçekten var olan bir olay hakkında atıp tutar gibi yapmak ayrı bir şey.

Hadi ben yaptım bir hata ve olayı bok ettim. Bir tane Allah'ın kulu da çıkıp beni düzeltmez mi? Şimdi diyorum ki keşke hatamı anladıktan hemen sonra ilgili başlığa şimdi yazdığıma benzer bir şeyler yazsaymıştım.

İroni bu ya, onu da okumayıp olayı yumuşak yerlerinden anlayanlar çıkardı!

Son olarak diyorum ki benim yaptığım hatayı, sanki değişmez doğruymuş gibi ilgili kişi ile ilişkilendirip durmayın! Koyun olmaktan vazgeçin. Gördüğünüz her halta sazan gibi atlamayın!

Öyle veya böyle kendimi bu konuda çok rahatsız hissediyorum. En basitinden cinsiyetini yanlış bildiğim kişinin ailesinden ve tanıdıklarından özür diliyorum. Farkında olmasalar bile ben kendimce ve mesaj atanlara ilettiğim şekliyle olayı onunla örtüştürdüm. Gerçekten böyle büyük bir hatayı yaptığım için kendimden nefret ediyorum.
Gelelim ekşi sözlük'ten uçurulan kişiye yaptığım ithamlara. Maalesef o konuyla ilgili yanlış olsa bile kendisinden özür dileyecek değilim, zira kendisinin çok daha ağırlarını hak ettiğini düşünüyorum. Üzüntüm çok daha ağırlarını "doğru" bir dayanak noktasına yaslanarak söylemiş olamamak.

5 Ocak 2009 Pazartesi

Kafada var bir, elde var on yüz milyon baloncuk

Zor zanaatmış gerçekten bu. Oblomov'u okuduğumda Ivan Goncharov'un 30 günde bir kitabı bitirmiş olması garip gelmemişti bana. Kendi kendime söylediğim şey 30 gün değil 1 günde bile kitap yazılabilirdi.

Başlayana kadar hep böyle geliyormuş. Aklınızda bir fikir, bir öykü vardır. Öykünün ana hatlarının üzerinden senelerdir geçmişsinizdir ama bunu yazıya aktarana kadar o öyküyü anlatmış sayılmazsınız.
İlk zorluk öykünün işleyişini belirlemekte ortaya çıkıyor. İnsanın beyninde kurguladığı şeyle, kağıda yazı aracılığı ile aktarılan şey aynı düzlemde gitmiyor. Bu kafada kurgulanan şeyin aslen tam kurgulanmadığı veya kurgulanmaya devam edildiği manasına geliyor.
Ben öncelikle parça parça öyküleri yazmaya başlamıştım. Seneler evvel gözümde canlanan ilk sahne, sonraki dönemlerde kitabın sonuna denk gelmişt. Yine de aklıma ilk geleni yazmakla başladım kitaba. Yazdıkça yazdım. İlk gün yanlış hatırlamıyorsam on sayfa kadar yazdım. Son sahneden başlamıştım ama araya başka şeyler girmişti yazarken. O an aklıma gelenler, senelerdir ara ara düşündüğüm şeyler ve diğerleri.
Sakin bir kafayla baktığımda o on sayfanın yalnızca bir sayfasının son kısım olduğunu gördüm. Bu iyiye mi işaretti yoksa kötüye mi? En baştan bunu pek anlayamadım açıkçası. Yazmaya devam ettikçe dizginlerin elimden kaçışını fark edemeyecek kadar kör olmuştum. Gitmemem gereken yerlere daldığımı ise sonraki on sayfa ile anladım. Öykünün gitmesi gereken yoldan sapıyordum. Allah'tan erken fark etmiştim bunu.
O an oturup bunun öykümü daha evvelden hiç kimseye anlatmamış olmamamın bir sonucu olup olmadığını düşündüm. Verdiğim karar böyle olduğu yönündeydi. Herhangi birisine anlatılamıyor ki böyle şeyler de. Anlatırken dinleyecek, karışık yapıdaki ham maddeyi hayal gücüyle işleyebilecek kişiler gerekiyor böyle durumlarda. Öyle birisini tanıyor olmaktan ötürü şanslıydım. Anlattığımda iyi bir izlenim bırakmıştım. Ayrıca anlatırken kafamda kurgularken saçma gelmeyen birçok şeyin dile getirildiğinde ne kadar saçma ve çapraşık olduğunu da görmüştüm.

Anlatırken seçtiğim yolun en iyi olup olmadığı konusunda biraz kafa yordum. Birkaç ufak değişiklikle bir sıralama oluşturmuştum. Kafamdaki kısmı bitirdiğimde fazla vakit kaybetmeden yazıyı kafamdakine uygun sıraya dizdim. Bu sayede sonunu baştan görmemiş oluyordum. Tekrar yazmaya başladığımda ellerim nereye gideceğini gayet iyi biliyordu. Gittikleri yerlerde kaybolmuyor, kaybolduklarında ekmek kırıntılarına umut bağlamıyorlardı.
Birkaç ay sonra ilk taslak neredeyse bitmişti. Ana hatları toplamda kırk beş sayfa tutuyordu. Baştan başlayarak, maymun iştahlılık yapmadan öyküyü devam ettirdiğimde şu an bulunduğum yere geldim. Şu ana kadar çıkarttığım iş nasıl bilmiyorum. Hepsini okumuş birisi yok. Muhtemelen bitene kadar da olmayacak.

Bu aşamaları neden buraya yazmaya başladığımı bilmiyorum ama neden şunu yazarken biliyorum ki ileride bu yazdıklarıma çok güleceğim.

Amatör bir yazar olarak, ilk yapıtımda fazla yan yollara girmediğimi umut etmekten başka yapabileceğim bir şey yok...

22 Temmuz 2008 Salı

Ah be kavgacan!

Bugün yeni bir kavgacanla tanıştım. Aslında çok da yeni birisi sayılmaz, ara sıra rastladığım kavgacangillerden birisiydi sadece. Önceden sözleşmiştik kendisiyle, buluşacaktık saat yedide. Gelmek bilmedi lanet. Lanet dediysem, tepemdeki lanet geldi geleli gitmek bilmiyor ondan bahsetmiyorum, kavgacandan bahsediyorum. Neyse efendim zor bela geldi gelemez olasıca. Tabii geldiği gibi patırtı kütürtü, komşuları uyandıracak kadar ses çıkarttı. Komşuların homurtularını, gurultularını duymamak için sağır sultaniye olmak gerek. Duydum da velhasıl kelam.

Önce niye geç kaldın diye kavga ettim kavgacanla, baktım ki sesimi yükseltmeden dönülmeyecek akşamın ufkuna gireceğiz, tıkadım tıkaçları kulaklarıma yükselttim sesimi. O mu? Yok canım ona fırsat vermedim, ansızın bastırdım elimi eteğine... Hah, yok o başkasıydı.

Ben bağırdıkça o dinledi, o dinledikçe ben bağırdım. Baktım şişman azman bir dostu yaklaşıyor uzaktan, ufaktan bendeniz kaçayım geç olmadan, evde hanım bekler dedim. Dedim de dinleyen kim allasen? Dostu dostummuş gibi geldi patlattı enseme bir şaplak. Hiç de sevmem el şakalarını, patlattım suratına bir tane. Meğersem dostunun adı "yedi düvelden belalı angut Alttan almanın" üvey kardeşi "Yağ gibi tepene çıkarım"mıymış... Vah bana vahlar bana. Farkında olsaydım öyle mi yapardım a be komserim şoparım. Ettik bir hata, külhanbeylik var tabii ki biraz da bendenizde, onun adı varsa bizim de ağırlığımız var. Dedim "sen bekle, az sonra görüşeceğiz seninle". Angut'un kardeşi demiştim değil mi? Hah işte bu da angut bekledi de. Bizim kahvehaneye topukladım hemen, kapıdan kafamı uzatıp "Beyler olay var yetişin" dedim. Zaten onlar dünden razı, kırmızı suratlarla kalktılar. İpsiz sapsız inler cinler takılır genelde bizim kahvehaneye. Birkaç boş gezenin boş kalfası da gelirdi ama o gün yoklardı.

Koşturarak döndük hemen, döveceğiz ama hemşilerin ilgisine mahzar olamayacakları şekle getireceğiz belalıları. O da nesi? Kaçmış mı kaltabanlar...

İnler cinler oraya kadar gelmişken boş dönerler mi? Sen misin bizi boş yere getiren, tepeme çıktılar mir'im. Yok mu şuralarda bir hemşire, şöyle iki öpücük bastırsa yaralarıma merhem niyetine?

Hah, bir sizler eksiktiniz pek saygıdeğer okuyucum, bir de siz vurun tam olsun.

Eh, ben size iyi bir şey sunacağım mı dedim? Kavgacanların hangisi iyi allasen, çok safsınız siz de...

Hahahaha (Erol Taş'ı sevgiyle anıyorum)

26 Mayıs 2008 Pazartesi

Lanet günü

Dur biraz aslında bugün benim doğum günüm? Yok canım doğum günüm olsa birileri arayıp doğum günümü kutlardı. Şimdi böyle söyleyince çok üzücü göründü, dur yumuşatayım. İki kişi aradı yalnızca. Kuzenlerimden ikisi. Sevgilimle kaç gündür doğum günü konuşmaları yapıyor olsak bile akrep yelkovanla sevismeden uyumak istedi. Aslında benim için sorun değildi, uyumak istedikten sonra uyuyabilirdi ve o an benim doğum günümü kutlayabilirdi ama unuttu. Sabaha görünce muhtemelen defalarca özür dileyecek, belki de hiç özür dilemeyecek sadece unutmuşum diyecek. Peki, ne yaparsa yapsın bugün yaşadığım burukluk geçecek mi? Çok zor, pek zannetmiyorum açıkçası.

Yıl boyu kaç doğum gününü kutladım bilmiyorum. Şu an 36 dakika geçmiş durumda ve doğum günümü kutlayan iki kişi var. Birisi aradı, diğeri mesaj attı. Ne yalan söyleyeyim canım fena halde sıkıldı böyle olmasına. Bu seneye özgü bir şey değil aslında bu. Sene boyu sevdiğim birçok insanın doğum gününü kutlarım ve genelde bazıları hatırlar benim doğum günümü. Karşılık bekleyerek yaptığım bir şey değil doğum günü kutlamak ama insan bu, defolu ruhu, her halükarda bir geri dönüş bekliyor.

Çok sevdiğim bir arkadaşım dün akşam geç saatlerde aradı, zannettim ki doğum günümü kutlayacak. Bir şeyler sormak için aramış, biraz da hal hatır sordu, sonra kapattı telefonu. Yelkovanla akrebin sevişmesini bekledim, aramadı yeniden.
Şimdi bir başka arkadaşımla, ki onu da çok severim, konuşuyorum. O da hatırlamadı doğum günümü. Araması, mesaj atması da gerekmiyor halbuki onun. Boşlukları ve noktayı sayacak olsak toplam 24 kere klavyeye basacak, boşluklara ve noktalama işaretlerine günümüz gençliği gibi riayet etmese 20 karakter. Zaten hepsi beşer karakterden oluşan kelimeler. Çok zor değil kısaca.

Birazdan uyuyacağım uyandığım günde, şu an niyeyse uyuduktan sonra uyanmak istemiyorum. Feci derecede yalnız hissediyorum kendimi. İyi ki kimse okumuyor bunları, okusa intihar edecek sanıp velveleye verirdi ya da ne bileyim vermezdi...

1 Mayıs 2008 Perşembe

Dostluk > arkadaşlık > herhangi bir kimse

Hayatın koşuşturmacasına yine yetişemez oldum. Sabahları uyuyup akşamları kalkmamın bunda etkisi yadsınamaz muhtemelen. Dostlarımı aramadığım için arkadaş sınıfına dönüşenler oluyor. Biraz kendimi ve programımı (uykumdan feragat ederek) sıklaştırarak onlarla daha çok görüşeyim dedim... Dedim demesine ama telefonda, yüzyüze ne konuşacağımı bilemedim. Dost dediğin 10 sene sonra bile görsen konuşacak bir şeyler bulacağın insandir. En azından şimdiye kadar ki dostlarım hep bu şekildeydi. Ne değişti bilmiyorum ama konuşacak şeyleri çarçabuk bitirdim. Oturdum önce sessizce, bir şeylerin aklıma gelmesini dilerken dedim ki bu dostluk artık bitmiş.

Arkadaş oldu nitekim kendisi. Arkadaş olarak görüp fazla derinlere dalmadan konuşunca konuşacak bir şeyler kendiliğinden olmasa bile su yüzüne çıkmaya başladı.

Arkadaşlarımdan bazılarını aradım, telefonlarına cevap vermeyenler oldu. Açıp şu an meşgulüm diyenler. Say say bitmez. Sonuçta programımı sıkıştırıp kendimi zora sokmama değecek pek insan kalmadığını gördüm etrafımda. Elde birkaç tane kaldı dost, birkaç tane de iyi arkadaş. Umarım bir süre sonra onları da kaybetmem.

Geçmişe dönüp bakıyorum; gördüğüm şeyleri özlemiyorum dersem yalan olur. Çok değil bundan 3-4 sene önce arkadaşlarımla görüşmeye yetişemiyordum. Heryere, herkese yetişmeye çalıştıkça canlandığımı hissediyordum. Şimdi ise kökleri kurumuş bir ağaç gibi oturup aranmayı bekliyorum. Sanırım suyumu çok kaçırdılar, köklerin ondan kurudu...

Öyle de saçma sapan bir yazıydı işte bu.

19 Mart 2008 Çarşamba

Kızsam kızamam, ne yapalım!

Bazen o kadar sinirli oluyorum ki kendimden nefret ettiğim bile oluyor. Irsi bu diyip sıyrılmayı çok seviyor genelde insanlar bu tür şeylerden. Kimi zamanlar ben de bu kolay yolu tercih ediyorum ama ırsiliğinin dışında başka etkenlerde yok mudur sinirli olmamız için?

Hiçbir şeyi değiştiremiyor olmak feci derecede asabımı bozuyor. İşte o anda bir şeyleri değiştiriyorum genelde ama hep olmaması gerektiği şekilde değişmiş oluyor. Kendimi durdurma şansım olmuyor. Sinirle kalkan, oturamıyor bile. Böyle dediğime göre az biraz ders almış olsam gerek.

Biraz evvel yine kızdım, ne yapsam bilemedim. Kızgınlığımı göstermemek için direndim ve başardım ama bu defa da kızmama yol açan kişi bana kızdı. Öyle bir kaos ki... Neticede şu anda iki insan birbirine kızmış durumda. Birisi sözlerin tutulmamasına kızarken diğeri görmezden gelinmeye kızmış durumda. İşin ilginci muhtemelen sadece ben kızıp gürlemiş olsam, çok benzer bir sonuç roller değişerek gerçeklenmiş olacaktı. Bir taraf içten içe kızarken, diğeri kızgınlığını aleni bir şekilde göstermiş olacaktı. Sonuçta iki tarafta kızgın olacaktı. Başka yolu yok mu bunun?

Atsam diyorum bazen, evet düşünüyorum bunu ama atamıyorum bir türlü. Aile bireylerinde çok görülür bu olay. Birisine ne kadar kızarsanız kızın, bu sizin çocuğunuz, kardeşiniz, anneniz veya babanız ise o zaman atmak o kadar kolay olmaz. Hatta bu kişi olabildiğince kötü olsa bile elleriniz titrer, soğuk terler dökersiniz. Zarar gören kendiniz bile olsanız a-ta-maz-sı-nız!
Peki, ya hiçbir kan bağınızın olmadığı birisini? Salt sevgi ile dayanma gücü aşılanır mı insana?

Bilmem, birazdan göreceğiz.

27 Ocak 2008 Pazar

Merak ediyorum, "Merak ediyor musunuz?"

Bazen bu dünyada niye yaşadığımızı anlamladıramıyorum. Tanıdığım birkaç kişi kendisine belirli yaşama amaçları belirlemiş vaziyette, bir tanesi Allah'a olan inancıyla, bir diğeri iyiliğe olan bağlılığıyla bu hayatı anlamlandırmaya çalışıyor. Ben henüz niye yaşadığımızı anlayabilmiş değilim. Bundaki en büyük etken "insan" denen meret olsa gerek. İnsani anlayabilmek gerçekten çok güç. Ne istediğini, ne düşündüğünü, yaşama amacını, bir sonraki hamlesini. Belirli bir kapasitesi var birçok insanın. Bir sonraki hareketleri anlaşılabiliyorsa bu defa ne istediği veya yaşama amacı anlaşılamıyor. Tamamiyle bir insanı anlamak bu sebeple imkansız bence.

Geçtiğimiz günlerde filmlerle ilgili bir sitede "kötü filmlerle" alakalı bir anket vardı. Orada yazılanları görünce içimden küfretmeden duramamıştım. Bunların hangi filmler olduğunu saymaya gerek yok, tek diyebileceğim birçoğu benim görüşümce başyapıt veya civarında gezinen filmlerdi. İnsanların bu filmleri neden anlamamış olabileceğine baktığımda bu filmlerin birçoğunun senaryosunun karışıklık içerdiğini gördüm. En düz olarak sayılabilecek filmde bile tersten işleyen bir şeyler vardı. Düz olmayıp biraz karışık olanlarda da bazı önkabuller ve bilgiler gerekiyordu. Bu filmlerden birkaç tanesini yazanlara mesajla bazı sorular sorduğumda kafamda pek soru işareti kalmamıştı. Bu insanların merak denen şeyle yakından uzaktan alakaları yoktu.

Merak ilginç bir şeydir, insanın damarlarında akan kan kadar önemlidir. Merakı olmayan bir insan çoktan ölmüş demektir. Bazen tam tersi de olabilir pek tabii ki. Merakı yüzünden de insan ölebilir. Ben henüz o tarafını merak etmiyorum, belki buradaki meraklarım biterse o zaman onu merak edip öğrenmek için zamanı hızlıca ileriye sarabilirim.
Merak insanı besleyen, ona çoğu zaman analık eden gerektiğinde babalığını da gösteren bir dürtüdür. İnsan doğasındaki merak sayesinde birçok sır çözülmüş, birçok ilerleme kaydedilmiştir der bir öğretmen. Bunu derken herhangi bir merak uyandırabilir mi peki?
Bilgi çağında yaşadığımızı sandığımız şu günlerde etrafımızdaki birçok insanda eksik olan şey "merak". Bilgi kirliliği içinde nelere bakması gerektiğini ya da bakıp bakmaması gerektiğini bile bilmeyen et yığınlarıyla birlikte yaşıyoruz.
Bir adam düşünün; sabah uyanıyor, yüzünü yıkadıktan sonra kettle ile su ısıtırken diğer yandan giyinmeye başlıyor. Kettle suyu ısıttığında sallama çayını bardağına atıyor ve çayını yudumlayıp arabasına atlayıp işe gidiyor. İşte yapması gerekenleri robot misali yapıyor, öğlen yemeğini yiyor arkasından tekrar robotluğa geri dönüyor. Akşam mesaisi bittiğinde arabasına atlayıp evine doğru yol almaya başlıyor. Eve geldiğinde günün bedensel yorgunluğunu ayaklarını uzatıp oturmak yoluyla atmaya çalışıyor. Bir süre sonra televizyon karşısında yorgunluktan uyuklamaya başlıyor ve gece olmadan yatağına giriyor.
Sizin de etrafınızda bu tarz insanlardan çok fazlaca olduğuna eminim. Bu insanlar niye yaşadıklarını biliyorlar mı? Yaşamak zorunda oldukları için mi yaşıyorlar? Peki yaşamak mıdır bu?
Bir ileriki aşamaya götürecek olursak bu insan denilen et parçasının birebir bir mollysini daha yapmış olsaydık sizce herhangi bir değişik davranışta bulunuyor muydu? Yoksa yapması gerektiğini düşündüğü şeyleri yapmaya mı çalışırdı yine?

İnsanın herhangi bir şeye merak edebilmesi için paraya veya vakte ihtiyacı var mıdır? Merakın zeka veya akılla ilgisi var mıdır? Peki ya eğitimle? İlk çağlara giderek düşünecek olursak bunlardan hiçbirisine ihtiyacı yoktur diyebiliriz kaba taslak. Acaba ilk çağlarda herkes her şeyi merak ediyor muydu? Bir kişi merak ederken diğerinin merak duymamasının sebebi ne olabilirdi? Bir şeyler olması gerekiyor, merakı körükleyen ona devamlı bir şeylerin gizemde olduğu hissini veren bir şeyler. Peki, ne olabilir o "şey"?

Ben biliyorum bunun nedenini ama size söyleme niyetinde değilim. Söylersem ne manası kalır?

4 Ocak 2008 Cuma

Geri ödeme vakti geldi!

Nereye gidiyorum?

Gerçekten bilmiyorum ve artık bilmek istiyorum. Bu yüzden bir süre kafa iznine çıkıyorum. Kendi sınırlarımı ve gerçekliğimi öğrenebilmek için bir süre tüm bu sanallıktan uzaklaşmam gerekiyor. Sonucunda ne olacak bilmiyorum ama hiç yoktan denemiş olacağım.

Bir arkadaşımın dediği gibi "Herkes yaptığının karşılığını bulur".

Yalanlarım beni daha fazla taşımamalı. Şimdi tüm o yalanların ve boşvermişliğin geri ödeme vakti geldi...

Gerçek hayatı hoşbulmak üzere. Şimdilik elveda.

21 Aralık 2007 Cuma

Yine, yeniden yanlış anlaşılmak

Sebebi nedir hiçbir fikrim yok? Konuşmadan evvel defalarca düşünen bir insanım fakat her ne hikmetse bir şekilde yanlış anlaşılabiliyorum. Amacımın tamamen uzağında bir algılanma hasıl olunca ister istemez moralim bozuluyor.

Son birkaç haftama şöyle bir bakış attığımda, en az bir elin parmakları kadar yanlış anlaşıldığım nokta buldum. Noktalar da öyle ufak şeyler değil. E, sonuçta bu noktalar birleşip bir doğru oluşturuyor ve değerlendirilen "ben" farklı bir şey oluyor. Bu ben değilim ki diye bağırmak istiyorum, peki ya bu gerçekten bensem?

Örneğin dün... Bir yazıyla ilgili olarak yön göstermeye, bir şekilde o yazının hazır olmasına çabalıyordum. Söylediklerim tamamen bu yönde olmalıydı, hatta öyleydi de şimdi tekrar söyleyecek olsam herhalde yine aynı şekilde dile getirirdim söyleyeceklerimi. Peki ya sonuç? Sonuç hiç de öyle değildi. Benim anlatmak istediğimin tam tersi istikamette heves vermesi gerekirken heves kırıcı bir şey algılanmıştı. Hata bende miydi? Eksik cümleler mi kurmuştum? Yoksa yanlış kelimeler mi ihtiva ediyordu cümlelerim? Düşünüyorum, düşünüyorum... Hayır! Kendimce doğru dile getirmiştim...

Peki, o zaman niye öyle algılanmamıştı? Tamamen zıt bir şekilde algılanması tamamen algılayıcının suçu muydu? Ruh halinde bir sorun mu vardı? O an söylediklerimi aslında oldukları gibi değil de, duymak algılamak istediği gibi mi algılamıştı? Pek zannetmiyorum.

Şimdi tekrar anlatmak istesem aynı şekilde anlatırım diyorum, peki tüm kelimeleri eksiksiz hatırlıyor muyum ki? Bir kelimeyi, bir "şeyi" fazla veya eksik söylesem tüm anlatmak istediğim değişir miydi? Belki.

Öyle anlamaması gerekirdi diyorum, peki tekrar anlattığımda kullandığım ton değişip daha ilgi çekici olsa ve bir kelimeyi bile kaçırmasa yine aynı şeyi mi anlardı karşımdaki kişi? Öncesinde bir güzel söz söyleyip, arkasından eleştirileri getirsem daha çok mu heveslendirirdim?

Üzerinde bayağı düşündükten sonra kararım şu oldu. Bazen her nasıl algılanmak istersek isteyelim öyle algılanmıyoruz. Ne algılayıcıda, ne de anlatıcı olarak biz de suç olmasına gerek yok. Bazen sırf öyle olduğu için öyle oluyor. Bir sebep olmasına gerek yok.

Belki de bu yüzden dünya bu şekildedir. İnsan olmanın güzel ve ayrıcalıklı bir şey olmasının sebebi de budur belki...

Yazdığım şeye göndermeden önce şöyle bir tekrar baktımda, e ben yine yanlış anlaşılıyorum gibi?