28 Ekim 2010 Perşembe

Başlangıç

Oturup durmaktan yoruldu. Yapabileceği çok daha iyi şeyler olmasını istiyordu ama yoktu. Hepsi onun suçuydu, şimdi burada yanında olmalı, onu okşamalı... Hayır, o orada değildi.
Sigara paketinden bir sigara çekip ayağa kalktı. Çantasını aldı ama mantosunu oturmakta olduğu masada bıraktı. Kapıya en yakın masayı sırf arada sigara içebilmek için tercih etmişti. Ağır adımlarla garsonların ve kapının girişindeki mutfağın yanından açık havaya çıktı. Tıktıktık sesleri ona depresyonu çağrıştırıyordu. Yağmur olanca kuvvetiyle yağmaya devam ediyordu. Bu kafeye gelmesinden evvel de yağmur yağıyordu, anlaşılan o buradan çıkınca da yağmaya devam edecekti. Mevsimin bu zamanlarında bulunduğu şehirden daha da çok nefret ediyordu. Onun yanında olabilirdi şu an, onun şehri güzeldi. Sigarasından derin bir nefes çekip, gri bulutlara doğru üfledi. Dertleri veya tasalarını dumana yüklemek isterdi, keşke yapabilseydi.
Bir önceki gece karşısında oturmakta olan Filiz'e bunları anlatmaya çalışmıştı. Onun o kocaman, bıkkın bakan yeşil gözlerinin içine bakarak derin mesajlar göndermeye çalışmıştı. Doğal olarak hiçbir şey olmamıştı. Telepatik bir an yaşamış olmayı istiyordu çünkü ağzından kelimelerinin çıkacak mecali yoktu. Beyninin içinde dönüp duran, debelenen kelimeleri def etmeyi her şeyden çok istiyordu. Olmuyordu, bu kadar basit.
Filiz yarım saat boyunca bir şey demeden karşısında oturmuştu. Bir süre daha oturduktan sonra ilgisini yitireceğini belli eden hareketler içindeydi. Yaşamakta olduğu hayatta en iyi arkadaşı Filiz olmasına rağmen onun bile en fazla yarım saatlik ilgisine mahzar olabiliyordu.
Filiz ve dün gece aklından ne ara çıktı, ne ara kafenin kapısındaki masanın üzerindeki yazılara dalıp gitti bilemiyordu. Sigarasının külü uzamış, düşmüş ve tamamen sönmüştü. Ayakları ağrıyordu. Üstüne tükenmez kalemle iki isim ve bir şekil çizilmiş şeklin üstüne düşen külün altında iki isim rahatlıkla seçilebiliyordu. Ahmet ve Şermin. Külün düştüğü yerin altında bir şekil var gibiydi. Küle üflemeyi istemiyordu. Ahmet ve Şermin saatli bombayı gösterir kırmızı ve mavi kablolar gibiydi. Onların aralarındaki köprünün patlamaya yol açacağına hiç şüphesi yoktu.
Her şeye rağmen bir nefesle külü şekilden uzaklaştırdı. Yamuk bir kalp ortaya çıkmıştı. Ahmet veya Şermin veya ikisi birden isimlerini ve ortasına bu kalbi çizdikten sonra kaç farklı kişiye ait eller bu masanın üzerinde birleşmişti?
Elindeki bitik sigarayı sanki yanıyormuşçasına tablaya bastı, biraz döndürdü ve en sonunda söndüğüne kanaat getirmiş olacak ki serbest düşüşe bıraktı. Yağmur damlalarının plastik brandaya vurarak çıkardığı tıktıktık seslerinden uzaklaşarak kafenin içine girdi. İnsan hengamesinin, aşk sözcüklerinin ve dedikodularının sesleri yağmuru bastırıyordu.
Ayaklarını sürüyerek masaya yaklaştı. Bir an durup masayı süzdü. Kırmızı mantosu bıraktığı yerdeydi. Aynı kullanılmış kağıt mendillerin ve yarım kalmış çay bardağının masanın üzerinde oluşu gibi mantosu da hareket etmemişti. Cisimler kendi başlarına hareket etmemeliydi zaten.

Sert ve rahatsız olduğunu saatlerdir tecrübe etmiş olmasına rağmen sandalyeye çöker gibi oturdu. Oturduğu anda oturup durmaktan yorulduğunu anımsadı. Omzundan indirmediği çantasını açtı. Çok aramasına gerek kalmaksızın bulduğu sigara paketinden bir dal sigara çıkardı.
O yoktu burada. Hakkında konuşamadığı, kimseye -Filiz'e bile- anlatmadığı onsuzluk, okşanmazlık, sevgisizlik ise tam buradaydı işte. Çantasını kapatıp, ayağa kalktı. Garsonların bıkkınlarının ve insanların mutluluklarının arasından yavaşça süzülerek kafenin dışına doğru yol altı. İşte bu yüzden kapıya en yakın, boş masaya oturmuştu bundan saatler evvel.
Yağmur tıktıktık dansını yaptırmaya devam ediyordu. Sigarasını yaktı. Filiz'i, dünü, Ahmet'i, Şermin'i veya masadaki yamuk kalbi düşünmedi. Sadece onu düşündü ve tek kelime çıktı ağzından:

"Piç kurusu!"

12 Ocak 2010 Salı

Yaptığım hatanın, koyunlara etkileri ve özür

Kendime kızmakla bazen hata mı ediyorum diye düşünmeden edemiyorum. Koyun misali birisini takip edip duran salakları gördükçe boşuna kızıyorsun kendine oğlum, boşver diyorum. Sonuçta yaptığın hataları fark eden bile çıkmıyor.
Bilgiyi öyle koşulsuz kabul ediyor ki insanlar şaşmamak elde değil. Birisi biraz duygu yoğunluğuyla bir şeyi dile getirdi mi hiçbir uğraşı göstermeden onu doğru kabul ediyoruz. Bilmiyorum farkında mısınız ama yaşadığımız çağ dezenformasyon çağı. Hiçbir bilgiye asla tam olarak güvenmeyin! Misal bu bilgiye de güvenmemeniz gerekiyor. Buna da, buna--

Niye böyle saydırdığıma geleyim bari. Bir aklıevvel geçtiğimiz haftalarda ekşi sözlük üzerinde bir başlık açmıştı. Konu trafik kazasında ölen bir ekşi sözlük yazarının "orospu" olup olmadığıydı. Başlığı ilk gördüğümde beynimdeki nöronlar çarpışarak karşıma bir görüntüyü, harfler dizilimini getirdi. Sonuçta öldüğünü bildiğim bir ekşi sözlük yazarının rumuzu gözlerimin önünde beliriverdi. Ölümü, oldukça yakın zamanda gerçekleştiği için ve üstelik oldukça dikkat çekici olduğu için bir şekilde aklımda yer etmiş.
Sonucunda ölen birisinin arkasından bu şekilde saydırmanın doğru olmadığını düşünerek duygu patlaması eşliğinde oldukça ağır bir yazı yazdım. O ana kadar kimsenin umurunda olmayan konu -ki beş ila on dakika kadar ara vardı sanırım benim o entry'i girmem arasında-ilgi çekici oluvermişti.

Şimdi burada bir es verip olayı geriye sarıp beynimden geçenlere birkaç ek yapayım. Sonucunda bu yazının yazılış sebebini anlayın!

Olan bitende duyrulmamış olsa bile ölen şahsın bir trafik kazasında feci şekilde can vermesi ve isminin nispeten farklı olması hasebiyle konu zihnimde yer etmiş. Çerkesce olduğunu sonradan öğrendiğim ismi ile hakkında girilen entrylerin bazıları neticesinde şahsın cinsiyetini kadın olarak resmetmiştim. Buraya kadar bir sorun yok gibi görünüyor ama aslında sorun da tam olarak burada. Ölen şahıs bir kadın değil, bir erkek.
Başlığın içerdiği anlam net olmasa bile şimdilerde orada olmayan, uçurulan şahsın entry'sinde tek bir cinsiyete gönderme vardı: kadınlara.
Hadi bu neyse, sonrasında gelen onlarca mesajın bazılarında kişinin kim olduğu sorulmuştu. Hepsine şahsın ismini ve rumuzunu söylemiştim. Buna rağmen içlerinden birisi de çıkıp "iyi de bahsi geçen kişi erkek" demedi. Akşam "ssg" gelip bir mesaj atana değin de kimse bu konuda bir şeyler söylemedi. Herkes tek bir ağızdan malum yazarın uçurulması gerektiğini bağıra çağıra dile getiriyordu yalnızca. Ellerinde meşaleler olan köylüler yaratmış gibi hissediyorum. Linç kültürü böyle bir şeydir işte. Neye, niye karşı çıktığınızı bilmeden, koyun misali köyün "insanları" olarak birilerini kurban etmeye çalışılır.

Şimdi olaya dönüp baktığımda kocaman bir ironi görüyorum. Yaptığım hatanın, dolduruşun mesnetsiz olduğunu ve benzemekten ölesiye imtina ettiğim insanlara benzediğimi; nihayetinde kendime ders verme amaçlı uzaklaşmam gerektiğini şurada yazmıştım. Sonuçta kimsenin arkasından var olsun ya da olmasın bu türden sözler edilmemeli kabul ama bu farklı bir şey, gerçekten var olan bir olay hakkında atıp tutar gibi yapmak ayrı bir şey.

Hadi ben yaptım bir hata ve olayı bok ettim. Bir tane Allah'ın kulu da çıkıp beni düzeltmez mi? Şimdi diyorum ki keşke hatamı anladıktan hemen sonra ilgili başlığa şimdi yazdığıma benzer bir şeyler yazsaymıştım.

İroni bu ya, onu da okumayıp olayı yumuşak yerlerinden anlayanlar çıkardı!

Son olarak diyorum ki benim yaptığım hatayı, sanki değişmez doğruymuş gibi ilgili kişi ile ilişkilendirip durmayın! Koyun olmaktan vazgeçin. Gördüğünüz her halta sazan gibi atlamayın!

Öyle veya böyle kendimi bu konuda çok rahatsız hissediyorum. En basitinden cinsiyetini yanlış bildiğim kişinin ailesinden ve tanıdıklarından özür diliyorum. Farkında olmasalar bile ben kendimce ve mesaj atanlara ilettiğim şekliyle olayı onunla örtüştürdüm. Gerçekten böyle büyük bir hatayı yaptığım için kendimden nefret ediyorum.
Gelelim ekşi sözlük'ten uçurulan kişiye yaptığım ithamlara. Maalesef o konuyla ilgili yanlış olsa bile kendisinden özür dileyecek değilim, zira kendisinin çok daha ağırlarını hak ettiğini düşünüyorum. Üzüntüm çok daha ağırlarını "doğru" bir dayanak noktasına yaslanarak söylemiş olamamak.